Değer verdiğimiz bir kişinin hayatımızdan ayrılışı ya da duygusal bir çöküşün ardından parçalanmış bir kalbin sancısı, ezici bir yük olarak kendini gösterebiliyor. Yine de kederin, tüm ızdırabıyla birlikte insan varoluşunun içsel bir yönü olduğunu ve evrimsel mirasımıza sıkı sıkıya bağlı olduğunu kabul etmek önemli.
Keder, zihinde olsa da etkisi bedenimizin tamamına nüfuz ediyor. Kaybımızın tam olarak farkına vardığımız an, beynimiz içgüdüsel olarak ‘‘savaş ya da kaç’’ tepkisini tetikleyerek yüksek bir fizyolojik uyarılma durumu yaratıyor. Bu yoğun uyarılma durumu, organlarımız ve bedensel işlevlerimiz üzerinde ekstra stres yaratıyor ve genellikle birkaç dakika ile 48 saat arasında etkisini gösteriyor.
Bununla birlikte, yasın ardından ‘‘savaş ya da kaç’’ tepkisinin sonuçları, aylara varan uzun bir süre boyunca devam edebiliyor. Şaşırtıcı bir şekilde yıllar sonra bile kaybımızın sadece hatırlatılması, bu tepkiyi yeniden ateşleyebiliyor ve bizi tekrar yasın duygusal kasırgasına itebiliyor.
Yaygın inanış, genellikle kederi beş farklı aşama olan inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenmeden oluşan bir yolculuk olarak tasvir etse de gerçek şu ki; yas tutma süreci, bu tür doğrusal bir sınıflandırmaya meydan okuyor.
Psikologlar, atalarımızın hayatta kalmak için iş birliğine ve karşılıklı desteğe dayanan komünal bir yaşam tarzını benimsemesi ile kederin bir uyum mekanizması olarak ortaya çıktığını öne sürüyor.
Sosyal bir ırk olarak derin duygusal bağlar kurma kapasitemizi geliştirdik. Doğal olarak bu kişilerarası ilişkiler, büyük önem taşıyor. Çünkü kederin verdiği acıdan vazgeçmek, doğuştan gelen sevme ve sevilme yeteneğimizden de vazgeçmeyi gerektiriyor.
Derleyen: Merve Nur Sözen