Sosyal bir varlık olan türümüzün başlıca gereksinimlerinden biri, bir başkasına ulaşmak olsa gerek ki insanlar olarak tarih boyunca bir şekilde birbirimizle iletişim kurmuş, hissettiklerimizi aktarmaya çalışmışız. Teknolojik gelişmelerin sonucu olarak 1800’lerin sonlarında telsiz, ardından telefon icat edilmiş; bir nevi ikisinin birleşiminden radyo ortaya çıkmış ve onu televizyon takip etmiş. Bu gelişmelerden sonra, birkaç cümle önce bahsettiğim alanların tümünü birleştiren ve kapsayan internetle tanışmışız.
Teknolojik Bir Güncelleme: Mektuptan Telsize
Modern iletişim altında telsiz, ele alınabilecek ilk unsur olabilir. Telsiz denen bu kocaman aletlerle insanlar birbiriyle haberleşmeye başlamış, bu durum da mektuplara olan talebi azaltmış. Yazılması ayrı zaman alan; gönderilmesi ayrı, muhatabına ulaştırılması ayrı meşakkatli olan bu iletişim biçimine göre telsiz büyük nimet sayılabilir. Konuşuyorsunuz, telsizin karşısındaki sizin sesinizi duyuyor ve anında size cevap verebiliyor. Mektup çağından çıkan bir dönem için oldukça büyüleyici gözüküyor.
Tabii telsiz sadece konuşmak istediğimiz tanıdıklarımızla konuşmamızda kullanılmamış. Orhan Aksoy’un Yakışıklı filminde görüldüğü üzere aslında günlük hayatta birbirini görmüş olan iki insan, telsiz üzerinden birbirlerini kod adları olan Yakışıklı ve Yalnız Kalpler’den tanıyarak kurdukları iletişimle aşka yakın hisler beslemeye başlamış. İnsanların ulaşmak istediği “bir başkası” zaman zaman sevmek, sevilmek istediği birileri olmuş.
Telsizle fiziksel ve işlevsel olarak fazlaca benzerlik gösteren telefon, telsizin gelişmiş bir hali aslında. Telefon, önceleri ev telefonu olarak bildiğimiz formatta kullanılmış. İlerleyen zamanlarda bu ev telefonları insanların ceplerinde taşıyacağı “cep” telefonlarına dönüşmüş. Adından da anlaşılacağı üzere ev telefonları ev halkının ortak kullandığı telefon olup özel hayatı sıkça ihlal edermiş. Evden birine telefon geldiğinde ona bir başkası bakar, arayan kişi ismini, bazen de ne için aradığını söyler, bireysel mahremiyet denen bir şey ortada kalmazmış. Cep telefonunun kullanılmaya başlanmasıyla mekân ve mahremiyet algısı değişmiş; kişiler ulaşmak istedikleri “bir başkasına” daha hızlı ve daha kolay ulaşmaya, direkt aradıkları bir başkasına ulaşmaya başlamışlar.
Konuşmaktan Dinlemeye Doğru Bir Evriliş: Radyo
Telsiz ve telefonun birleşimi gibi görülen radyo ise bir kitle iletişim aracı olarak karşımıza çıktı. Görünmeyen, sadece sesini duyabildiğimiz bir seslenici bir sürü dinleyene hitap etmeye başladı. Mesele hâlâ bir başkasına ulaşmaktı. Tanımadığı, hiç bilmediği, benzer dertlerle dertlendiği, bir şeyler öğretmek istediği, ondan dönüt almak istediği bir başkası. Radyonun ortaya çıkışıyla bireyler kendi dünyalarından farklı dünyalar tanımaya başladı (telsiz aracılığıyla tanıştıkları insanları hariç tutuyorum). İnsanlar radyoyla birlikte özellikle dinlemeye başladı. Dünyanın öbür ucunda neler olup bittiğini, sevdiği şarkıları, birbirinden farklı sesleri dinlemeye başladı.
İlk radyo yayınlarını gerçekleştiren İTÜ, bu programlarda Turgut Uyar gibi dönemin ünlü şairlerini ağırlamış, dinleyicilerin onlar hakkında bilgi sahibi olmasını amaçlamıştır.
Peyami Safa, 20. Asır Avrupa ve Biz eserinde “Bu asrın dehasını temsil eden bir harika seçmek lazım gelirse, en büyük fazileti atlı arabadan daha hızlı gitmekten başka bir şey olmayan otomobile mi, yoksa dünyanın seslerini oturduğumuz odadan duymak imkânını yaratan radyoya mı reyimizi vereceğiz? Şüphesiz bu ikincisine ve şüphesiz bu ikincisinde insanın sürat idealinden daha fazla bir şey, yalnız mesafeyi değil, mesafenin içini dolduran, ses cevherleriyle yüklü gizli dalgaları fethetmek gibi, yalnız harekette çabuk olmanın alelade ihtirasını aşan daha büyük bir temellük aşkı var.” ifadesini kullanarak radyonun insan ufkunu açan ne derece önemli bir araç olduğunu, aslında yine bir iletişim aracı olan, fiziksel olarak birine ulaşmak amacıyla kullanılan otomobilden çok daha fazla önemsenmesi gerektiğini söylemiştir.
Hediye Vermek Hiç Bu Kadar Kolay ve Keyifli Olmamıştı…
1980-90’lı yıllar radyonun neredeyse toplumun her kesimi tarafından kullanıldığı, radyo programlarının zirveyi gördüğü bir dönemdir. Örneğin 90’lı yılların radyo programlarından olan Kaybedenler Kulübü, o günkü gençleri yakalamış, onları programın müdavimi yapmış, bugünün gençlerini dahi yayın kayıtları ile yakalamıştır. Peki nedir bu adamlar özelinde radyo programlarının, dolayısıyla sunucuların büyüsü? Hemen söyleyeyim. Bu programları dinlenir ve takip edilir kılan, bu programlar esnasında; benzer dertlerin, aynı hislerin, aynı şarkılarla, aynı anda farklı insanlarla yaşanmasıdır. Sunucu söyleyeceklerini söyler ve ekler: “Sıradaki şarkı, bu akşamüstü kalbi kırıklara gelsin.”
Diğer yandan bu şarkı istekleri, yeni bir hediyeleşme biçiminin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Program aralarında radyo sunucuları seyircilerden istek parça kabul edeceklerini belirtmiş, bir başkasına söyleyecek sözü olanlar, söyleyeceklerini bu yolla söylemeyi tercih etmişler; programa bağlanarak “Sıradaki şarkı benden yasemin çiçeğim Aleyna’ya gelsin.” tarzı cümlelerle birbirlerine şarkı hediye etmeye başlamışlar. Bazen bu cümleleri daha çok süslemişler, başlarına tekerleme, kendi yazdıklarından ya da sevdikleri şairlerden şiirler ekleyip özür dilemişler; bazense evlilik tekliflerini bu programlar üzerinden yapmışlar.
“Zeki Müren de Bizi Görecek mi?”
Bizler radyo dinleyip hayaller kurarken kitle iletişim araçlarından bir diğeri olan televizyon girdi hayatımıza. Onda radyodan farklı olarak görsellik vardı. Bize seslenen kişiyi, onun jest ve mimiklerini görebiliyorduk. Sadece ses değil, fiziksel olarak da bir hareket vardı.
Türkiye’de ilk televizyon yayını 1952’de İTÜ TV tarafından yapıldı. Sonraki dönemde hakimiyet bir süre kendisinde kalacak olan TRT’ye geçti. Artık haberleri devletin izin verdiği ölçüde görsel olarak da görebiliyor, dünyanın diğer ucunda neler olup bittiğini duymaktan ziyade görebiliyorduk. Yan taraftaki haberde televizyona “uzaktan görme” olarak parantez açılması, televizyonun işlevi için oldukça manidardır. Diğer yandan çeşitli temsiller izleyebiliyor, daha önce hiç görmediğimiz sanat dalları, filmler görüyorduk. Tüm bu saydığım özellikleriyle televizyon sihirli bir kutu gibiydi. İnsanlar, bu sihirli kutunun güçlerinin sınırlı olduğu konusunda uyarılmıştı. Televizyonun dünyanın istediğimiz yerini istediğimiz zaman gösteremeyeceği uyarısı bile bizim için boşunaydı aslında. Çünkü onun sunduğu imkânlar o günlerde toplum için beklediklerinden çok daha fazlaydı. Radyoya telefon gibi araçlarla bağlanarak programa dahil edilen seyirci, televizyonda da yayına dahil oluyordu. Hatta günümüzde programların sosyal medya adreslerine gönderilen mesajlar yayın anında bile okunabiliyor. Sunucuların “Bize yazın, konuğumuza soralım.” sloganları sonrasında programların sosyal medya hesapları oldukça yüksek etkileşim alıyor.
İlk televizyon modelleri siyah-beyazdı. Ortada görüntü ve hareket vardı ama televizyonlar renkten yoksundu. Bir süre sonra üretilmeye başlanan renkli televizyonlar toplumsal statü konusunda belirleyici özelliğe sahipti. Koca mahallede toplasanız birkaç kişinin evinde renkli televizyon olur, haftanın belli geceleri toplum tarafından tutulan dizler yayımlanacağında bu kişilerin evine gidilir, burada toplanılırdı. Bu düzenli olarak toplanma, görüşme durumunun komşuluk ilişkilerinin o dönemde bugüne nazaran daha canlı olmasının sebeplerinden biri olarak gösterilebilirken aynı zamanda sevilmeyen insanların emrivaki yaparak bir başkasının evine gitmesi komşuluk ilişkilerinin zayıflayarak günümüzdeki haline gelmesinin sebebi de olmuş olabilir.
İnternet ve Bitmeyen Tartışmaların Başlaması
Sonrasında neredeyse hepimizin hayatına internet kavramı girdi. Telsizi, telefonu, radyoyu, televizyonu sollayan internet, insanların olmazsa olmazı haline geldi. Öyle ki internet, bu saydığım iletişim araçlarının hepsinin fonksiyonlarından daha gelişmişlerine sahip. İstediğimiz bilgiye istediğimiz an ulaşmamızı, istediğimiz kişiyi istediğimiz an görmemizi sağlayan internetin yararı kadar zararının da olması hâlâ tartışılıyor. Bir başkasına ulaşmayı bu kadar kolaylaştıran internetin olumsuz taraflarından biri, kişilerin sosyal medya üzerinde “kendi özgürlükleri” adı altında başkalarının özgürlüklerine saldırarak onların hayatı hakkında istediğini söyleyebileceği düşüncesine kapılmasıdır. Diğer yandan olayların oldukça basit bir şekilde çarpıtılabileceği sosyal medya, provokasyon amacıyla da sıkça kullanılıyor. İnternet, bağımlılıkla mücadele konusunda da günümüzde bayağı yer kaplıyor. İnterneti olmadığında sinir krizi geçirenler, internet aracılığıyla girilebilecek oyunlara girip bırakamayanlar, temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak hale gelenler sık görülen örnekler arasında. O çok sevdiğimiz, aracılığıyla her şeyi yapabildiğimiz internetin korkutucu tarafları da var.
Bu bahsettiğim bağımlılığı sadece internet üzerinden açıklamak, onu günah keçisi ilan etmek olur. Evet, burada asıl suçlu internet fakat onu açıklarken onun hangi cihazlar üzerinden kullanıldığına da yer vermek gerekiyor. Birkaç cümle önce bahsettiğim, insanların oyun bağımlısı olacak kadar üzerinden oyun oynadığı bilgisayar kadar, ellerden düşmeyen telefon da öne çıkıyor burada. Öyle ki en ufak aramızda telefonu elimize alıyor, uyandığımızda ilk önce telefonumuza bakıyoruz. Toplu taşımaya biner binmez elimize direkt telefonu alıyor, yolda yürürken telefonumuza bakıyoruz. Bu noktada yeni iletişim teknolojilerini takip edip onları kullanabilmek kadar, onları “doğru” kullanabilmek de önemli.
Araçlar Değişti ‘Başkasına Ulaşma Amacı’ Hiç Değişmedi
Diyeceğim o ki türümüz olarak nefes alıp verdiğimiz andan itibaren hep bir başkasına ulaşmak için çabalamışız. Sözgelimi dumanın kokusunu solumuş, harflerin gücüyle yetinmeyip telsizle sesin büyüsüne kapılmışız. Öyle kapılmışız ki bu büyü bizi sesin sahibini bulup da görmeye kadar getirmiş. Günün sonunda sahip olduklarımızla yetinmeyip tüm dünyanın tek nabızla atabilmesini sağlayan interneti keşfetmişiz.
Bugün bizim için eski sayılabilecek fakat döneminde oldukça yeni karşılanan teknolojilerin tümüne baktığımda, rahatlıkla söyleyebilirim ki en eskisinden en yenisine kadar her şey birbiriyle ilişkili ve birbirinin bir üst versiyonu. 1980’lerin Yakışıklıları, Yalnız Kalpleri yerini şimdilerin XXgossipgirl’lerine; TV’deki temsiller yerini Netflix’e; Radyo yayınları yüksek oranda yerini Spotify ve türevlerine bıraktı. Her şey sürekli değişiyor. Bu değişim bir kesim tarafından “gelişiyor” olarak yorumlanıyor. Geliştiğimiz kuşkulu fakat değiştiğimiz kesin.