Netflix’in dört bölümlük mini dizisi Adolescence, adını masumiyetin evresinden alıyor: Ergenlik. ama anlattığı şey aslında masumiyetin sistemli olarak nasıl katledildiği.
Dizi ile alakalı olarak ülkemizde yayımlanan eleştiri yazılarını okuduğumda dizinin aslında ne kadar yüzeysel ve / veya sadece teknik olarak ele alındığını görüp şaşırdım. Hayır sözümü geri alıyorum şaşırmadım, üzüldüm. Çünkü “Şaşırma” duyumuzu kaybedeli bir hayli uzun zaman oldu.

Film Hafızası’nda sinema yazıları yazdığım yıllarda ilk sinema yazımın 1981’de Oscar’a uzanan 8 dakikalık kısa animasyon Tango (1981) üzerine olacağını söylediğimde aynı zamanda editörüm de ve tanıdığım en iyi sinema yazarlarından biri olan sevgili arkadaşım Sinem Dinçer şaşırmış ve benim bakış açımı merak ettiğini söylemişti. Sadece 8 dakika içinde Tango aslında o kadar ağır bir sistem eleştirisi yapıyordu ki bunu sınırlı bir karakter sayısı ile nasıl kaleme alacağımı doğrusu ben de merak ediyordum.
Fakat korkulan olmadı. Yazımı kısa tutmayı ‘etrafını görememe, duyarsızlaşma ve kısır döngü’den bahsettiğim bir paragraf ile başarmıştım.
Adolescence’i Kısaca Anlatamamak
Adolescence’i de size ‘kısa’ bir şekilde özetlemek isterdim. Fakat bilirsiniz ki aslında bazen kısa yazmak uzun yazmaktan çok daha zordur. Dört bölüme sığdırılan bu mini diziyi yer yer spoiler vererek -fakat vermeden önce sizi de uyararak- biraz daha derinlemesine yazmak, kendime de dert edindiğim dizinin derdini anlatmanın şüphesiz iyi bir yolu.
Öncelikle bu yazının iskeletini şuraya çıkarayım ve sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Dizide Her bölüm, neoliberal düzenin içinden çıkamayacağı kadar kirlettiği bir başka karanlıkla yüzleştiriyor bizi: erkek öfkesi, dijital zorbalık, çökmüş bir eğitim sistemi ve çocukluğun güvenli alan olarak görülen mekanlarda bile nasıl tehdit altında olduğu.
Dizinin merkezinde 13 yaşındaki Jamie Miller’ın, sınıf arkadaşını öldürüp öldürmediğine dair yürütülen bir soruşturma var. Ama aslında soru daha derin: Jamie gerçekten bir suç mu işledi, yoksa suçlu ilan edilen Jamie’nin ta kendisi bir sistemin kurbanı mı?
Ortalama zekaya sahip olan her insanın kapitalist toplumun bireyi nasıl öğüttüğünü anlaması için bu diziyi izlemesi yeterli.
Dizide her bölüm tek bir kesintisiz çekimle anlatılıyor. Bu teknik, sinema tarihinde genellikle ustalık göstergesi olarak değerlendirilmiştir. Hitchcock, Welles, Scorsese gibi ustaların ellerinde sanatın inceliğine dönüşen bu teknik, Adolescence‘te başka bir şey yapıyor: Bizi kaçamayacağımız bir gerçekle yüzleştiriyor. Kurgu yok, kaçış yok. Kamera dönüyor, dönüyor ve bizi her sahnenin duygusal girdabına çekiyor. Çünkü bu bir gösteri değil, aslında bu bir teşhir.
Umutsuzluk
Yönetmen Philip Barantini ve görüntü yönetmeni Matthew Lewis, tek planın potansiyelini sadece görsel bir etkileyicilik olarak değil, bir anlatı aracı olarak kullanıyor. Kamera bir şüpheliyi kovalarken yalnızca hareketi değil, arka plandaki sessizliği, göz kaçıran öğretmeni, konuşmaktan çekinen öğrenciyi, içi boş kurumsal açıklamaları da yakalıyor. Çünkü her köşede suçun faili değil ama suçun izleri var. Jamie’nin ailesinin evinden polis karakoluna kadar süren açılış sahnesi, sınıfsal bir haritayı çıkarıyor adeta. Duvarlar, mutfaklar, yüzler ve sessizlikler: hepsi yoksulluğun ve umutsuzluğun görsel kaydı. Aslında bu da bir teşhir; Umutsuzluğun teşhiri.
Sıradanlık
İkinci bölümde anlatı Jamie’nin okuluna taşınıyor. Okul dediğimiz yer, artık ne bilgi üretiminin ne de çocukların kendilerini var edebildiği bir alandan çıkmış, kargaşa, kayıtsızlık ve içten içe patlayan öfkenin kontrolsüzce yayıldığı bir mekâna dönüşmüş. Polis memuru Bascombe’un oğlunun da bu okulda okuyor olması, sistemin her kesime nasıl sirayet ettiğini gösteriyor. O anlarda kamera, öğretmenlerden öğrencilere, polisten velilere kadar herkesin birbirinden kopuk ama aynı sistemin parçası olduğu bir labirent çiziyor. Aslında bu da bir teşhir; Sıradanlığı kabullenişin teşhiri.
Yüzleşme

Adolescence’te en vurucu bölüm ise psikolog Briony ile Jamie arasında geçen üçüncü bölüm. Tek bir odada, tek bir çocuğun yüzüne uzun uzun bakıyoruz. Bu yüz, sadece bir “fail” değil; baskılanmış duyguların, anlaşılmamış varoluşların, dışlanmışlığın, dijital çağın yalnızlığının yüzü. Psikoloğun, Jamie’yi anlamaya çalışması ise sistemin kendi ürettiği trajediyi akılla açıklamaya çalışmasının beyhude bir çabası gibi görünüyor. Suç, bireyin değil; bireyden çalınmış geleceğin, şefkatsizliğin, rekabetin, yalnızlaştırmanın ve nihayetinde sınıfsal kaderin sonucu. Aslında bu da bir teşhir; Yüzleşmenin ve belki de yüzleşememenin teşhiri.
Stephen Graham ve Erin Doherty gibi usta oyuncuların yanı sıra Jamie’yi canlandıran Owen Cooper, belki de en zor görevi üstleniyor: masumiyet ve potansiyel tehlikenin aynı bedende nasıl var olabildiğini göstermek. Onun performansı, bir oyunculuk başarısından öte, bir kuşağın içine doğduğu karanlıkla başa çıkma biçimi gibi.
Adolescence’in final bölümü ise yalnızca karakterlerin değil, izleyicinin de içini parçalıyor. Kendi çocuklarına yetemeyen, toplumun yükünü omuzlamaya zorlanan, çözülmüş aile yapılarının orta yerinde nefes almaya çalışan bireylerin çaresizliğiyle baş başa kalıyoruz. Jamie’nin ailesi, tıpkı birçok işçi sınıfı ailesi gibi sistemin yalnız bıraktığı bir ayna. O aynada kendimizi görmezden gelmek kolay ama artık mümkün değil.
Adolescence, kolay izlenen bir dizi değil; çünkü kolay hazmedilecek bir çağda yaşamıyoruz. Bu dizi bir ayna değil yalnızca – aynı zamanda bir çığlık. Adolescence, kapitalizmin çocukluğa ve gençliğe açtığı savaşın sinema diliyle ifşa edildiği bir anlatı. Ve bu yıl televizyonda göreceğiniz en önemli yapımlardan biri olabilir; çünkü yalnızca iyi yapılmış değil, doğru yerde duran bir iş.