Doğum oranlarının düşmesi, insanlık tarihindeki en ciddi tehditlerden biri olarak öne çıkıyor. Eğer bu eğilim durdurulamazsa, gelecek yüzyılda insan nesli yeryüzünden silinebilir.
Detaylar haberimizde…
Doğum oranlarının düşmesi, insanlık tarihindeki en kritik eşiklerden birine işaret ediyor olabilir. Türümüz Homo sapiens neredeyse 200 bin yıldır hayatta kalmayı başardı. Bu, oldukça uzun bir süre olsa da dünyadaki tüm hayvanlar gibi biz de neslimizin tükenme riskiyle karşı karşıyayız.
İnsanlık Tarihinde Bir Final Senaryosu
Bilindiği üzere, çok az insan bir asırdan fazla yaşayabilmekte. Dolayısıyla doğurganlık tamamen durursa muhtemelen 100 yıl içinde gezegenimizde insan nüfusuna dair izler kalmayacağı öngörülüyor. Her şeyden önce, yaşlılar ölürken kimse doğmadığı için nüfus azalacak, muhtemelen tüm doğumlar aniden dursa bile bu azalma bir anda değil, yavaş yavaş başlayacaktır. Sonunda, temel işleri yapacak kadar reşit olan yeterli sayıda genç olmayacak ve bu da dünyadaki toplumların hızla dağılmasına neden olacak. Uzmanlara göre, böyle bir senaryoda öncelikle okullar, ardından üniversiteler ve çocuklara yönelik hizmetlerin kapanması muhtemel. İş gücünde ise yaşlanan nüfus nedeniyle ekonomik sistemler çökebilir ve sosyal yapılar ciddi şekilde sarsılabilir. Sonuç olarak, son insan neslinin yalnız ve sessiz bir şekilde tarih sahnesinden çekilmesi kaçınılmaz hale gelebilir.

Kritik Eşik Aşıldı mı? Küresel Doğum Oranları Alarm Veriyor!
Aslına bakılırsa bu karanlık senaryonun tohumları, günümüzde yavaş ama istikrarlı şekilde atılıyor. Öyle ki, dünya genelinde doğurganlık oranı 1950’lerde her kadın başına 4,9 çocukken, bu rakam 2023 itibarıyla 2,3’e geriledi. Nüfusun kendini yenileyebilmesi için gereken eşik olan 2,1’in altında olan çok sayıda ülke var. 2100 yılına kadar bazı büyük ekonomilerde nüfuslar, Birleşmiş Milletler’in öngörüsüne göre yüzde 20 ila 50o oranında düşecek.
Türkiye’de ise tablo daha da çarpıcı. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, toplam doğurganlık hızı 2001 yılında 2,38 olarak saptanmışken, 2024’te 1,48’e geriledi. Bu oran, nüfusun yenilenmesini sağlayacak seviyenin oldukça altında. Hatta bazı şehirlerde bu oran 1,15’in altına kadar düşmüş durumda.

Doğum Oranlarının Düşmesinin Nedenleri
Doğurganlık oranlarındaki azalma, yalnızca bireysel tercihlerle açıklanamayacak kadar karmaşık bir sorun hâline gelmişken, bu eğilimin ardındaki temel dinamikleri değerlendirmek gerekiyor:
1. Sosyoekonomik ve Kültürel Faktörler
- Kadınların eğitimi ve iş gücüne katılımının artması: Çok sayıda çalışma, kadınlarda yüksek öğrenimin düşük doğurganlıkla ilişkili olduğunu doğrulamaktadır. Araştırmalar, bu ilişkiyi hem toplumsal hem de bireysel düzeyde ele almaktadır. Kadınlar için eğitim ve istihdam fırsatlarının artması, evlenme yaşının gecikmesine ve daha küçük ailelerin tercih edilmesine yol açar çünkü kadınlar kariyerlerine ve kişisel gelişimlerine öncelik verirler.
- Toplumsal normlar ve tutumların değişmesi: Büyük aileleri yücelten geleneksel değerlerin yerini giderek daha küçük ve modern aile yapıları almaktadır.
- Ekonomik gelişim ve kentleşme: Ülkeler geliştikçe, çocuk yetiştirmenin maliyeti artmakta ve bu da daha az çocuk sahibi olma isteğine yol açmaktadır.
- Bireysel hedefler ve kariyer amaçlarına verilen önemin artması: Kadınlar ve çiftler, kişisel ve profesyonel hedeflerine öncelik vererek çocuk sahibi olmayı geciktirmektedir.
- Aile planlaması ve üreme sağlığı hizmetlerine erişim: Doğum kontrolü ve aile planlaması kaynaklarının erişilebilir olması, bireylerin aile büyüklüğü hakkında bilinçli kararlar almasına olanak tanır.
- Çocuk sahibi olma tercihlerindeki değişim: Bireyler giderek daha az çocuk sahibi olmayı ya da ebeveynliği geciktirmeyi tercih etmektedir; bu, değişen değerleri ve öncelikleri yansıtmaktadır.
2. Sağlık ve Kısırlık Faktörleri
- Kısırlık vakalarının artışı: Obezite, stres, sigara kullanımı gibi yaşam tarzı etkenleri, çevresel kirlilik ve üreme sağlığına dair farkındalığın artması kısırlık oranlarının yükselmesine katkı sağlamaktadır.
- Yaşa bağlı doğurganlık düşüşü: Kadınlarda ve erkeklerde yaşla birlikte doğurganlık azalır. Kadınlarda doğurganlık genellikle 35 yaş sonrasında daha hızlı şekilde düşer.
3. Teknolojik ve Politik Faktörler
- Üreme teknolojilerindeki gelişmeler: Bu teknolojiler kısırlıkla mücadele eden çiftler için umut vadetse de, doğal yolla gebe kalma oranlarında düşüşe de katkı sağlayabilirler.
- Aile planlaması politikaları ve programları: Aile planlamasını ve üreme sağlığını destekleyen devlet politikaları, doğurganlık oranlarını etkileyebilir.
4. Çevresel Faktörler
- Kirlilik ve çevresel toksinler: Çevresel kirleticiler, üreme sağlığı üzerinde olumsuz etkilere yol açarak kısırlığı artırabilir.
- İklim değişikliği: İklim değişikliğinin üreme sağlığı ve doğurganlık üzerinde de olumsuz etkileri olabilir.
Eğer doğurganlık oranlarındaki bu uzun vadeli düşüş eğilimi durdurulamazsa yalnızca nüfus sayısında değil; medeniyetlerin sürdürülebilirliğinde, temel kaynaklara erişimde ve küresel sistemlerin devamlılığında da ciddi tehditler ortaya çıkabilir. Gıda, temiz su ve ilaç gibi yaşamsal ihtiyaçların kıtlaşmasıyla, insanlığın dünya üzerindeki varlığı 100 yıl değil, belki de yalnızca 70-80 yıl içinde ciddi şekilde azalabilir.

Ani Değişim Bir Felaketin Ardından Gelebilir!
Küresel bir felaket olmadığı sürece doğumların aniden durması pek olası görünmüyor elbette fakat tarih boyunca toplumlar, nüfusun artışı ya da insan neslinin tükenmesi gibi uç senaryolar üzerine sıkça düşünmüş, endişelenmiş ve bu olasılıkları edebiyata da taşımıştır. Özellikle 1960’larda ve 1970’lerde, dünyanın “aşırı kalabalık” hale geleceği ve bunun çevresel, ekonomik ya da sosyal felaketlere yol açacağı yönündeki korkular gündemi belirlemişti. Nitekim, bu karamsar öngürü distopik romanların ve filmlerin de ortak kaygılarından biri olarak şekillendi.
Bu çarpıcı senaryolar arasında yazar Kurt Vonnegut’un Galápagos adlı romanında ortaya koyduğu fikirler dikkat çekici bir yer tutuyor. Vonnegut, romanında bulaşıcı bir hastalığın, üreme çağındaki tüm insanları kısırlaştırarak insanlığın soyunun tüketmesini konu alıyor. Bu distopik anlatı sadece bilimkurgu değil, aynı zamanda insanlığın kırılganlığını sorgulayan güçlü bir metafor niteliği taşıyor.
Bir diğer olası felaket ise çok daha tanıdık: nükleer savaş. Kimsenin hayatta kalamayacağı böyle bir savaş ihtimali, Soğuk Savaş döneminden günümüze kadar birçok filme ve romana konu oldu. Nükleer savaşı merkezine alan kurgu eserler yalnızca hayal ürünü olmaktan çıkarak insanlığın kendi eliyle sonunu getirme potansiyeline karşı birer uyarı olarak okunabilir.
Her ne kadar doğumların bir anda durması bugünkü koşullarda uzak bir ihtimal gibi görünse de, Vonnegut’un da işaret ettiği gibi bu tür senaryolar bilimkurgunun ötesinde, geleceğe dair ciddi birer düşünce egzersizi olabilir. İnsanlık için sonun nasıl geleceği bilinmez ama bu olasılığın düşünsel düzeyde dahi var olması bizi, geleceğe dair güvenli sandığımız tüm varsayımları sorgulamaya zorluyor.





