- Fosil kayıtları, Kambriyen Patlamasından sadece 20 yıl sonra gerçekleşen bir olayın okyanustaki hayvanların %45’ini yok ettiğini gösteriyor.
- Kitlesel yok oluş döneminden alınan örnekler yüksek düzeyde molibden içeriyor.
- Araştırmacıların elindeki örnekler yalnızca günümüze ait olsa da molibdenin okyanusta yüz binlerce yıl kalabildiği için bu toksik yayılmanın küresel ölçekte gerçekleştiğini düşünülüyor.
Yaklaşık 530 milyon yıl önce, Kambriyen Patlamasından sonra gezegenimizde canlı nüfusu daha fazla var olmaya ve bugün gördüğümüz çoğu büyük hayvan grubu fosil kayıtlarında görülmeye başlandı. Bu canlıların bir çoğu -zırhlı trilobitler, üç ayak uzunluğunda karidesler ve vahşi sivri uçlu solucanlar- okyanuslarda yoğundu. Ancak fosil kayıtları sadece 20 yıl sonra gerçekleşen bir olayın okyanustaki canlı yaşamının %45’ini yok ettiğini gösteriyor. Bu büyük yok oluş olayı, eşi benzeri görülmemiş ölçekte bir yıkıma yol açtı.
Yıllardır hakim olan görüşe göre bu ani yok oluşun nedeninin öncelikle düşük oksijenli ya da “anoksik” koşulların hızla yayılması olduğu ifade ediliyordu. Bir teoriye göre bu durum, bitkiler ve hayvanlar öldüğünde denizin tabanını ayrışan organik maddelerle kaplayan ve bunun sonucunda su sütunundan büyük miktarda oksijen emen Kambriyen yaşamının ani patlamasıyla tetiklenmişti.
Ancak ekim ayında Geophysical Research Letters dergisinde yayımlanan araştırma, bu ölüm dalgasının, denizdeki yaşamı boğan “hidrojen sülfür” adı verilen kimyasal bir gaz dalgası tarafından desteklenmiş olabileceğini öne sürüyor. Çin’in Xi’an kentindeki Kuzeybatı Üniversitesinde jeokimyacı olan çalışmanın eş yazarı Chao Chang Live Science’a yaptığı açıklamada, “Bu kimyasal madde tüm deniz hayvanları için öldürücü etkiye sahip. Temel olarak, hiçbir hayvan böyle bir ortamda uzun süre hayatta kalamazdı.” dedi.
Chang’in ekibi, güney Çin’de bir zamanlar su altında kalan ve büyük bir plato olan Yangtze Platformunun Kambriyen jeolojik kayıtlarında bu yok oluşun ipuçlarını keşfetti. Ekip, karasal kayalardan nehirler yoluyla okyanusa taşınan kimyasal bir element olan molibdeni aramak için oraya gitti. Molibden uzun ömürlü ve okyanusta, tortulardaki konsantrasyonları çevredeki su kimyasına bağlı olarak değişiyor. Chang, her iki faktörün de onu binlerce yıl önceki okyanus koşullarının iyi bir vekili haline getirdiğini söylüyor.
Kitlesel yok oluş döneminden alınan örnekler yüksek düzeyde molibden içeriyor. Chang, bunun suda hidrojen sülfür olması gerektiğini düşündüğünü çünkü molibdenin “sülfürle birleşerek çözünmeyen bileşikler oluşturabildiğini” ve bunun da tortularda biriktiğini söyledi. Bu durum, sülfidik sularda normal sulara kıyasla çok daha yüksek oranlarda gerçekleşiyor, “özellikle de hidrojen sülfür konsantrasyonu yüksek bir seviyede olduğunda” dedi. Daha yüksek molibden konsantrasyonları denizdeki daha yüksek hidrojen sülfür miktarlarıyla ilişkilendirilebiliyor.
Chang, “Şu aşamada kimse sülfidik suların yayılımına neyin neden olduğu hakkında kesin bir şey diyemiyor.” dedi. Bununla birlikte, “oksijen açığı, daha sonra deniz tabanına batan ve çürüyerek trilyonlarca mikrop için bir ziyafet kaynağı haline gelen organik madde patlamasından kaynaklanmış olabilir.” diye ekledi.
Bu mikroplar çürüyen materyalle beslenirken, deniz suyunda doğal olarak bulunan sülfatı da yemiş olacak. Ancak bu süreçte, artan mikrop popülasyonu sülfatları hidrojen sülfüre dönüştürerek suyu bu gazla dolduruyor ve zehirli dalgayı tetikliyor.
Araştırmacıların elindeki örnekler yalnızca günümüze ait olsa da, molibdenin okyanusta yüz binlerce yıl kalabildiği için bu toksik yayılmanın küresel ölçekte gerçekleştiği düşünülüyor. Chang, “Temel olarak bu, molibdenin okyanustan çıkarılmadan önce, deniz suyuna birçok kez karışmış olabileceği anlamına geliyor.” dedi. Bu uzun yaşam döngüsü, okyanus çökeltilerinin bir parçasında kaydedilen molibden izotop seviyelerinin tüm denizin ortalamasını yansıtacağı anlamına geliyor.
Chang, takip eden araştırmaların anoksik koşullara ve hemen ardından gelen sülfidik dalgaya neyin neden olduğunu belirlemeyi amaçlayacağını söyledi. Chang, bu tür çalışmaların bilim insanlarının Dünya’daki yaşanabilirlik sınırlarının bir resmini çizmelerine yardımcı olacağını da sözlerine ekledi.
Derleyen: Burçin Bağatur